Echo Bilgi Yönetim Sistemleri A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Nevzat Aslan, Fintechtime Ekim sayısı için yazdı “Robotlar da Ağlar!”

“‘Fintekler ve Gelecek Öngörüleri’ bu sayımızdaki konumuz. Siz değerli okurlarımıza ben yine farklı bir yerden, “bence” aktaracağım konuyu, kurgum, bilgim ve zihnim el verdiğince. Ve pek tabii yine yüksek gerilim alegori ile!..”

 

Robotlar da Ağlar!

Az okuyan gelecek öngöremez. Bir garip diyârdayız. Kitap okuyanlardan çok, “hayatımı anlatsam kitap olur” diyenlerin diyârı. Çok okumalı, araştırmalı ve meraklı olmalıyız. Ticaret kafası yarını için paraya, girişimci kafası geleceği için faydaya odaklanır. Nesillere bir şeyleri keşfetme, meraklı olma vizyonunu aşılamalıyız. Biz faniler (et ve kemiktenler) yaratamayız, sadece esinleniriz. Esinlenmek burada üzerinde durulması gereken en önemli konudur. Bana göre hiçbir teknoloji yoktan var olmamıştır. Vâroluşçuları tarafından esinlenilerek, üzerine akıl ve cesaret konularak ortaya çıkmışlardır. Her konuda gelişim ve kalkınma da işte tam da bu sapakta çıkar karşımıza.

Albert Einstein, Marie Curie, Isaac Newton, Wolfgang Amadeus Mozart…  Sizce bu insanların başarısının sırrı sadece zekâ veya yetenek olabilir mi? Hayır tabii ki! Mozart hayatı boyunca 41 senfoni yazdı. Newton’ın yayınlanmış 15 kitabı ve sayısız makalesi var. Marie Curie yalnızca 6 yılda 32 tane devrim yaratan çalışmaya imza attı. Einstein 50 yıllık bir sürede 300’den fazla makale çıkardı. Bunların hiçbiri de bir günde olmadı. Bu insanların gerçek sırrı çalışkanlıkları, merak duyguları, araştırma, okuma, odaklanma becerileri.

“Fintekler ve Gelecek Öngörüleri” bu sayımızdaki konumuz. Siz değerli okurlarımıza ben yine farklı bir yerden, “bence” aktaracağım konuyu, kurgum, bilgim ve zihnim el verdiğince. Ve pek tabii yine yüksek gerilim alegori ile!..

Günümüze uyarlamak sizin hayal gücünüz ile müsemma. Buyurun o zaman yüksek teknolojiye, finansmana, teknolojinin finansmanına ve finansal teknolojilerin Serflerin omuzlarında önlenemeyen yükselişine…

 

Serf’misin Köle’mi? yoksa “Sırf Köle”mi?

Serf kelimesi “Servus” yani Latince “hizmet etmek” kelimesinden geliyor ve Serf’ler özgür çiftçiler ile köleler arasında bir yerdeler. Yani ne tam özgürler ne tam köleler. Serfler Manor’un sahibine yani lorda bağlılar.

Manor peki? Manor kelimesi, Orta Çağ Avrupa’sında kullanılan bir terimdir ve bir toprak sahibinin (genellikle soylu bir lord) yönetimindeki toprak parçası veya mülk anlamına gelir. Bu toprak parçası üzerinde, lordun evi, köyler, kilise, çiftlikler ve diğer topluluk alanları bulunur.

Ata yadigârı, ismi değişen ama özü değişmeyen bir acayip sistem: Manor sistemi, Orta Çağ’daki feodal toplumun temel yapı taşlarından biriydi ve ekonomik, sosyal ve yasal düzeni içeriyordu. Bu sistem, geniş toprakları olan bir lordun bu topraklar üzerindeki hükümranlığını ve toprak üzerinde yaşayan halkla olan ilişkisini düzenlerdi.

Manor, bir lorda ait olan ve genellikle bir şato veya büyük bir ev ile çevrili topraklardan oluşurdu. Bu topraklar, lordun doğrudan kontrolünde olan “demesne” alanı ve köylülerin tarım yaparak geçimini sağladığı parçalara bölünmüştü. Manor sistemi, kendi kendine yeterli bir yapıdaydı. Çoğu gıda, elbise ve araç-gereç, manor içinde üretilir ve tüketilirdi. Fazla ürünler yerel pazarlarda veya daha büyük pazarlarda satılabilirdi. Lord, manor üzerinde yasal bir otoriteye sahipti. Küçük suçlar ve anlaşmazlıklar genellikle manor mahkemesinde çözümlenirdi. Bu mahkemeler, genellikle lordun atadığı bir görevli tarafından yönetilirdi. Manor, genellikle savunma amaçlı olarak inşa edilmiş bir konut olan şato içerir. Aynı zamanda, manorun savunma sorumluluğu da lorda aittir. Manor, genellikle bir değirmen, fırın gibi ortak kullanım alanlarına ve çeşitli atölyelere sahipti. Bu tesisler, serflerin kullanımına açık olup, kullanım karşılığında ücret ödemeleri gerekiyordu. Topraklarda çalışan çoğu kişi serf statüsündeydi.

Serflik, manor sistemi içerisinde özellikle Orta Çağ Avrupa’sında yaygın olan bir toprak bağımlılığı sistemi idi. Bu sistemde serfler, bir lordun toprağına bağlı köylülerdi ve bu topraklarda yaşamak ve çalışmak için çeşitli hizmetler ve vergiler ödemek zorundaydılar. Serflik, kölelikten farklıdır çünkü serfler mal olarak satılamaz ancak toprakla birlikte “devredilebilir”lerdi. Serflik, Orta Çağ Avrupa’sında yaygın olan ve feodal sistem içinde köylülerin (serflerin) toprak sahiplerine (genellikle soylular veya kiliseye) bağlılığını düzenleyen bir uygulamaydı. Serflik sistemi, özellikle tarım toplumlarında ekonomik ve sosyal düzeni sağlamak için kullanılmıştır.

Serfler, toprağa bağlı olarak doğar ve ölürlerdi; toprağı terk etme veya bağımsız bir şekilde hareket etme hakları yoktu. Tam anlamıyla özgür bireyler değildi ve yerel yasalar altında sınırlı haklara sahiptiler. Çoğu durumda, yerel senyörün (toprak sahibi) kararlarına tabi idiler. Ancak, serfler aynı zamanda bazı korumalara da sahipti; örneğin, lordları tarafından keyfi olarak topraktan atılamazlardı ve genellikle kendi kişisel mülklerine sahip olabilirlerdi. Serflerin evlenmeleri genellikle toprak sahibinin iznine bağlıydı. Ayrıca, serf ailelerin çocukları da otomatik olarak serf statüsünde doğardı…

 

Bohemya

Bohemya (günümüzdeki Çekya) da bu sistemden etkilenmişti. Bohemya’da serflik, özellikle 11. yüzyıldan itibaren feodal sistemle birlikte gelişmeye başladı. Toprak sahipleri, koruma ve barınma karşılığında köylülerden çeşitli hizmetler ve vergiler talep ediyorlardı. Köylüler, toprağa bağlı yaşamak zorunda kaldıkları için serf haline geldiler.

Bohemya’da serflik, 1781 yılında Kutsal Roma İmparatoru II. Joseph tarafından yayımlanan bir dizi reformla sona erdirildi. Bu reformlar, Avusturya Habsburg Monarşisi altında yönetilen bölgelerde uygulandı ve serfliği kaldırarak köylülere daha fazla özgürlük ve toprak sahipliği hakkı tanıdı. II. Joseph, bu reformlarla modern bir devlet yapısını teşvik etmeyi ve toplumdaki adaletsizlikleri azaltmayı hedefliyordu. Bu değişim, bölgenin sosyo-ekonomik yapısında derin ve kalıcı etkiler yarattı.

1848 yılı, Avrupa’da bir dizi siyasi ve sosyal değişikliklerin gerçekleştiği önemli bir yıl olarak bilinir ve bu yıl sıklıkla “Halk Baharı” veya “1848 Devrimleri” olarak adlandırılır. Bu dönemde pek çok Avrupa ülkesinde, özellikle de Habsburg Monarşisi altındaki bölgelerde, geniş çaplı reformlar ve ayaklanmalar yaşanmıştır.

1.Joseph tarafından 1781’de başlatılan serfliğin kaldırılması süreci, Bohemya’da ve genel olarak Habsburg topraklarında kademeli bir süreçti. Joseph’in reformları, serflerin özgürlüklerini önemli ölçüde genişletse de serfliğin tam anlamıyla sona ermesi daha sonraki yıllarda gerçekleşti.

1848 yılı, serflikle ilgili reformların daha da ileri götürüldüğü ve bu uygulamanın tamamen kaldırılmasına yönelik adımların atıldığı bir dönemdir. Özellikle 1848 Devrimleri sırasında, serflerin toprak sahiplerine olan bağlılıkları tamamen sona erdirilmiş ve serflere toprak sahipliği yapma ve serbestçe çalışma hakları tanınmıştır. Bu yüzden, serfliğin tam anlamıyla kaldırılmasını 1848 olarak gösteren bilgiler, bu geniş çaplı reformları ve toplumsal değişimleri yansıtır.

 

Probuzení –  09.01.1890 

9 Ocak 1890’da o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası olan Bohemya dağlarındaki Malé Svatoňovice köyünde doğdu Karel Čapek. Babası Antonín Čapek, yerel tekstil fabrikasında doktorluk yaparak ailesini geçindiren saygın ve çok aktif bir kişiydi; doktorluk işinin yanı sıra yerel müzenin ortak finansmanını da üstlendi ve belediye meclisinin bir üyesiydi. Babasının materyalist ve pozitivist görüşlerine karşı çıkmasına rağmen Karel Čapek babasını sever ve hayranlık duyardı; daha sonra onu “ulusal uyanışçıların neslinin iyi bir örneği” olarak adlandırdı. Babası Antonín, entelektüel birikimiyle tanınan biriydi ve çocuklarına özgür bir düşünce ortamı sunardı. Karel’in yaratıcı yazma becerilerinde babasının etkisi büyüktü, çünkü babası evde tartışmalara ve düşünsel özgürlüğe büyük önem verirdi.

Annesi Božena Čapková ise ev hanımıydı. Božena, oldukça zeki, duyarlı ve sanata eğilimli bir kadındı. Edebiyata ve sanata olan tutkusu, Karel’in de sanatla ilgilenmesinde büyük rol oynadı. Annesi, sık sık çocuklarına halk masalları ve efsaneler anlatırdı, bu da Karel’in çocukluk hayal gücünü besleyen bir unsur oldu. Božena’nın duygusal zenginliği ve anlatı sevgisi, Karel’in ilerideki yazı hayatında derin bir iz bıraktı.

Karel, üç kardeşin en küçüğü olarak büyüdü. Kardeşi Josef Čapek de onun gibi sanatla ilgileniyordu ve birlikte birçok projede iş birliği yapacaklardı. Kız kardeşi Helena, daha sonra yazar olan ve Karel ve Josef hakkında birkaç anı kitabı yayınlayan yetenekli bir piyanistti. Karel’in çocukluğu ve gençlik yılları, ailesinin sağladığı entelektüel bir ortamda geçti.

 

Smrt –  25.12.1938

Karel, yazılarında sık sık politik ve sosyal konulara değinirdi. Demokrasi, insan hakları ve otoriter rejimler gibi konular eserlerinde önemli bir yer tutuyordu. Faşizmin ve komünizmin yükselişi sırasında, Karel Čapek, demokrasiyi savunan yazıları ve eleştirileriyle dikkat çekti. Özellikle Hitler’in Almanya’daki yükselişi ve Avrupa’daki faşizm tehdidine karşı sert eleştirilerde bulundu.

1935 yılında evlendiği Olga Scheinpflugová, kendisi gibi bir yazar ve aktris idi. Olga ve Karel, tiyatro dünyasında yolları kesiştiğinde tanışmışlardı. Olga, o dönemde zaten tanınmış bir aktristi ve Karel ise başarılı bir yazar. İlk olarak bir tiyatro oyunu sırasında tanışmışlar, bu tanışma kısa sürede derin bir sevgi bağına dönüşmüştü. İkilinin ortak sanatsal ilgi alanları, onları birbirlerine daha da yakınlaştırmıştı.

1938’de Batılı müttefiklerin, yani Fransa ve Birleşik Krallık’ın, savaş öncesi antlaşma anlaşmalarını yerine getiremeyecekleri ve Çekoslovakya’yı Nazi Almanyası’na karşı savunmayı reddedecekleri anlaşıldı. İngiltere’ye sürgüne gitme fırsatı teklif edilmesine rağmen Čapek, Nazi Gestapo’nun kendisini “ikinci halk düşmanı” ilan etmesine rağmen ülkesini terk etmeyi reddetti. Ailesinin Stará Huť’taki yazlık evindeki sel hasarını onarırken basit bir soğuk algınlığına yakalandı. Henüz evliliklerinin üçüncü yılında savaşın başlamasından kısa bir süre önce 25 Aralık 1938’de zatürreden öldü Čapek.

Şaşırtıcı bir şekilde, Gestapo onun ölümünden haberdar değildi. Birkaç ay sonra, Almanların Çekoslovakya’yı işgal etmesinden hemen sonra, Nazi ajanları onu tutuklamak için Prag’daki Čapek ailesinin evine geldiler. Bir süredir öldüğünü keşfettiklerinde, karısı Olga’yı tutuklayıp sorguladılar. Naziler, ölümünden sonra bile eşi Olga’ya zulmetmeye devam ettiler. Daha sonra serbest bırakıldı ve 1968’e kadar yaşadı; kocasının oyunlarından birini sahnelerken geçirdiği kalp krizinden sahnede öldü.

Kardeşi Josef Eylül ayında tutuklandı ve sonunda Nisan 1945’te Bergen-Belsen toplama kampında öldü.

Karel Čapek ve karısı Prag’daki Vyšehrad mezarlığına gömüldüler. Mezar taşındaki yazıda şöyle yazıyor: “Ressam ve şair Josef Čapek buraya gömülmüş olurdu. Mezar çok uzakta.”

İnsansı makinelerle bir arada yaşamamıza ramak kalan günümüzde, onları tanımlamak için yüz yılı aşkın süredir kullandığımız, Avustralya’dan Ekvator’a kadar her ülkede, her dilde aynı varlığı betimleyen “ROBOT” kelimesini dünya dillerine kazandıran isim: Karel Čapek & Josef Čapek.

 

R.U.R.

Antik Yunan filozoflarından Aristo “eğer tüm araçlar emredildiğinde veya kendi kendilerine çalışabilselerdi işçilere veya kölelere ihtiyaç kalmazdı” sözleriyle robotlar hakkında ilk ipucunu vermişti. (Esin)

1920’lerde Čapek, oyunları ve kısa hikayeleriyle tanınmaya başlandı. En bilinen eseri “R.U.R. (Rossumovi Univerzální Roboti – Rossum’s Universal Robots)” adlı oyunudur ve bu eserde “robot” kelimesini ilk kez kullanmıştır. Fakat bu terimin gerçek yaratıcısı, yazarı Karel Čapek’in kendisi gibi yazar ve kübist bir ressam olan kardeşi olan Josef Čapek’tir.

Karel Čapek’in bir gazete röportajında anlattığına göre; kardeşine, yeni yazdığı hikayesindeki yapay işçiler için “labor” (emek) kelimesini seçtiğini ama pek de içine sinmediğini söyler. O sırada şövalesinin başındaki kardeşi ağzındaki fırçasının arasından: “O zaman onlara robot (Çekçe’de robota) de” diye mırıldanır.

Robot kelimesi Çekçe “robota” kelimesinden gelir. Robota kelimesi, “köle -hizmet eden” anlamına gelen Slav kökenli bir sözcükten gelmektedir. Robota kelimesi Çekçe’de tam anlamıyla ” angarya “, “serf emeği” ve mecazi olarak “zor iş” veya “sert iş” anlamına gelir. Ayrıca günlük Slovakça’da , eski Çekçe’de ve diğer birçok Slav dilinde (örneğin Bulgarca , Rusça , Sırpça , Lehçe , Makedonca , Ukraynaca vb.) “iş”, “emek” anlamına gelir. Yeniden yapılandırılmış Proto-Slavca kelimesinden türemiştir -orbota-, “iş, sıkı çalışma, kral için zorunlu iş” anlamına gelir.

Çok acı bir İroni, Karel Čapek’in biricik ağabeyi Josef Čapek’in, kapısında “Arbeit macht frei” yani “Çalışmak özgürleştirir” yazısının olduğu bir Nazi kampında hayatını kaybetmesidir.

Önceki kesitlerde sizlere Serflik, Robotalık (kölelik) ve Manor sistemi’nden bahsetmiştim.

Her iki kavram da bireylerin özgürlüklerinin kısıtlandığı ve kontrol altına alındığı durumları ifade eder. Serflik, tarihsel bir gerçeklik olarak, insanların topraklara bağlı köylüler olarak yaşadığı feodal sistemleri; robotalık ise modern çağın teknolojik ve etik sorunlarına işaret eden bir bilim kurgu konsepti olarak ele alınabilir. Her iki durumda da özgürlük, kontrol ve adalet temaları ön plana çıkar.

Yine önceki kesitlerde bahsetmiş olduğum üzere, her ne kadar, Serflik olan “Robotalık”, 1848’de Bohemya’da (günümüzdeki Çekya) yasaklanmış olsa da Čapek’in yaşadığı yıllarda halen robotalık devrini anımsayan insanlar vardır. Robotalık devrindeki serf isyanları da yazara eserinde ilham vermiş olabilir. Şu kesindir ki, Birinci Dünya Savaşı’nın dehşeti, kapıdaki 2.Dünya Savaşı’nın verdiği ağır kaygı ve hızlanan teknolojik ilerleme Čapek’in esas esin kaynağıdır.

 

Tekno-feodalizm

1920 yılında yazılan R.U.R. tiyatro oyunu, “insan makineyi yapar, makine de insanı öldürür” teması üzerine kuruluydu. Čapek’in robotları aynı Mary Shelly’nin unutulmaz karakteri Victor Frankenstein’in yarattığı varlık gibi insan yapımı insanlardır. Ve aynı Frankenstein’ın canavarı gibi onlar da yaratıcılarını öldürür.

Tam da tüm bunlardan esin ve korumacı(?) bir yaklaşım ile;

1942 yılında: Isaac Asimov, “Runaround” isimli hikayesinde robotların üç yasasını şöyle yazmıştır:

  • Bir robot bir insana zarar veremez ya da kayıtsız kalarak bir insanın zarar görmesine neden olamaz.
  • Birinci yasayla çatışmamak koşuluyla, bir robot insanlar tarafından verilen emirlere uymak zorundadır.
  • Birinci ve ikinci yasayla çatışmamak koşuluyla bir robot kendi varlığını korumalıdır.

 

Yakın geçmişte Hawking;

“Tanrı kendinden bir Âdem yarattı,

Âdem Tanrıyı yok etti.

Âdem kendinden bir bilgisayar yarattı,

Bilgisayar Âdemi yok etti.” 

söyleminde bulunmuştu. Hatırlarsanız.

Kuvvetle muhtemel her durum ve koşulda efendilerine itaat edecekler ve asla başkaldırmayacaklar. Bu nedenle aslında Robotlarla ilgili esas sorun kendi yapay zekâları değil, sözüm ona efendisi olan “Biz”lerin doğal aptallığı ve zalimliğine çözüm bulunması. Zira yapay zekâ doğal salaklığı taklit edemez öyle değil mi?

Ürpermeye gerek yok bence. En azından kısa süre zarfında yapay zekâ ile donanmış robotlar, filmlerdeki distopik bilimkurguları andıran bir bilinç kazanıp insanlığı köleleştirmeye ya da ortadan kaldırmaya çalışmayacaklar. Çünkü bilinçleri olmayacak.

Günümüzde bilimkurgunun belki de en büyük gafleti zekâyla bilinci birbirine karıştırması. Bunun sonucunda robotlarla insanların savaşına gereğinden fazla senaryoda eğiliyor olması.

Oysa bizi daha çok endişelendirmesi gereken algoritmaların gücünü elinde tutan az sayıda sıradan canlılar olan bizlerin arasında çıkabilecek olası bir çatışma değil mi?..

Serfler, Robotalık, Manor Sistemi… Evet şimdi teknolojiden bahsediyoruz. “Yapay Zekâ”dan “İnsansı Robot”lardan…

 

Peki ya sonra?

Tarih tekerrür etmez ama kafiyelidir.

 

Sağlıcakla, felsefe ve teknolojiyle kalın…