Ekonomist & Araştırmacı Barış Yalın Uzunlu, Fintechtime Nisan sayısı için yazdı “Yapay Zeka Sanrısı!”.

“Not creating delusions is enlightenment”

Bodhidharma

İngilizcede çok sevdiğim bir kelime var: “Delusion”. Türkçeye sanrı veya hezeyan diye çevirebiliriz. Başlığı da bilerek bu şekilde seçtim, biraz provokatif olsa da. Çünkü yapay zekâ konusunda içinde bulunduğumuz durumu en iyi anlatan kavramın bu olduğunu düşünüyorum. Eleştirel bir gözle bakınca görünen manzara distopik: Yani, umutsuz ve kaotik. Her yerde karşımıza çıkan “olumlu”, hatta bazıları “devrim” şeklinde lanse edilen gelişmeler de bu durumun farkına varmamamız için gözlerimizin önüne çekilen perdeden başka bir şey değil.

Son zamanlarda yapay zekâ kadar içi boşaltılan ve amacından saptırılan bir kavram daha yoktur sanırım. Sosyal medyada 15 dakika geçirip yapay zekâ hakkında bir habere, yoruma veya ürüne rastlamamanız imkânsız gibi. Gerek iş gerekse sosyal hayatımızda da sohbetlerimizin ayrılmaz bir parçası oldu: Üç arkadaş bir araya gelse konu mutlaka buraya uğruyor. Yapay zekâ alakalı alakasız herkesin dilinde ve popülizmin pençeleri altında un ufak olmak üzere.

Üzerimizde öyle tatlı bir sarhoşluk var ki, çatlak seslere kulaklarımızı tıkayıp en ufak olumlu gelişmeyi gereğinden fazla yüceltmeye meyilli hale geldik. Tek bir örnek vereyim: Geçenlerde, yapay zekânın icadının yazının icadıyla karşılaştırıldığı bir yoruma rastladım. Neden böyle bir karşılaştırma yapılamayacağını açıklamaya çalışayım.  Yazı insanlık tarihinin en büyük icadı mıdır tartışılır ama en büyüklerinden biri olduğu muhakkak. Bizi biz yapan dilimizi, fikirlerimizi, hislerimizi, iç dünyamızı gelecek nesillere aktarmanın bildiğimiz kadarıyla tek yolu. Öte yandan, ortada keşfedilen bir yapay zekâ yok. Olduğunda da büyük ihtimalle bu karşılaştırmayı yapabilecek insanlar olmayacak. Aslında keşfettiğimiz şey ileri derecede makine öğrenimi. Yanlış anlaşılmak istemem, günümüzde büyük dil modellerinin öncülük ettiği yapay zekâ teknolojisi şüphesiz çok büyük icat. Artık makinelerin kulağına fısıldayabiliyoruz. Fakat bu yazının icadı ile kıyas bile edilemez. İnsanlığın en büyük icadı yapay genel zekâ (veya güçlü yapay zekâ) olacak, yani makinelerin bizim kulağımıza fısıldadıkları o an.

Yapay “dar” zekânın temelinde matematik, istatistik, fizik ve biyoloji bilimleri yatar. Örneğin, artık hepimizin bir şekilde aşina olduğu yapay sinir ağları (artificial neural networks) canlıların sinirsel yapılarından ilham alınarak geliştirildi, bu da biyolojinin konusu. Dolayısıyla bilimin ve bilim insanlarının bu alanda itici güç olmalarını bekleriz. Fakat gerçekte olan tam tersi: Yapay zekâ sektörü günümüzde neredeyse tamamen özel girişimlerin tekelinde. Bilimi istemsizce de olsa arka plana atan bir teknolojinin geleceği karanlıktır. Mühendisler, veri bilimciler vb. gibi tüm meslekler bilim insanlarının açtığı yolda ilerlemeli. Böyle olmadığı gibi, tüm sektör para kazanma hırsının kurbanı olmuş durumda. Bu alanda çıkan uygulamaların (özellikle ChatGPT gibi modelleri kaynak kullanan uygulamalar) neredeyse tamamı hayatı kolaylaştırma vaadi karşılığında geliştiricisine para kazandırmak üzerine kurulu. Bu uygulamaların ezici bir çoğunluğunun hayatımızı kolaylaştırdığı muhakkak. Fakat amacımız gerçekten bu mu? Kendimize karşı samimi olalım: Yapay “güçlü” zekâdan umudu kestik mi? Misyonunda açık açık “Artificial General Intelligence” geçen OpenAI’ın kendisi bile ilk kurulduğunda kar amacı gütmeyen bir şirket iken Microsoft’tan milyarlarca dolar yatırım aldığından beri bu durum değişti. Bu misyon hala ne kadar geçerli, emin değilim. Açıkçası Microsoft’un milyarlarca dolarlık yatırımı bir gün OpenAI’ın güçlü yapay zekâyı yaratabilmesini beklediği için yaptığına inanmak çok güç.

Ekosistemin özel girişimlerin tekelinde olmasının neden problem yarattığını biraz daha açmaya çalışayım. Doğası gereği, özel sektör yaptığı yatırımın karşılığında cazip bir kar elde etmeyi bekler. Ve bunu makul bir süre içerisinde bekler. Ne zaman geliştirileceği, hatta geliştirilip geliştirilemeyeceği bile muamma olan güçlü yapay zekâ özel sektörün yatırım yapması için cazip bir alan değil. Fakat kuruluşundan bu yana 2 yıl bile geçmeden 180 milyondan fazla kullanıcıya ulaşan ChatGPT cazip bir alan. Çoğunluk ne talep ederse, sunulan da o oluyor. Anlık problemlere getirilen pratik çözümler ne kadar çok talep görürse o kadar vizyonumuz köreliyor. Yapay zekâ bizim için işimize yaradığı kadar var.

Tabii ki çözüm özel sektörü tamamen devre dışı bırakmak olamaz. Ama asıl amacı kâr elde etmek olmayan devletlerin de yine kâr amacı gütmeyen bilim enstitüleri ile bu alana biraz daha ağırlığını koyması gerek. Fakat rakamlar ortada: Yalnızca GPT-3’ün geliştirilmesinin bedeli yaklaşık 100 milyon dolar. Bu tutar, George Mason Üniversitesi’nin bir parçası olan ve zihin, beyin ve zekâ anlayışımızı geliştirmeyi amaçlayan bir merkez olan Krasnow İleri Araştırmalar Enstitüsü‘nün yıllık bütçesinden 10 kat daha fazla.

Yapay zekâ 1950’li yıllarda hayatımıza girdiğinde bir gün “düşünebilen makineler” yaratacağımız umudu vardı. Hubert Dreyfus gibi bazı filozofların itirazlarına rağmen. Yapay sinir ağları ile doğal dil işleme yönteminin keşfedilmesi ile bu umut kısa bir süre için yeniden yeşerdi, ama artık dönülmez yola girdik gibi görünüyor. Artık “düşünemese de işimize yarayan” makineler yaratıyoruz, düşünebilmesi veya bilinçli olup olmaması çok da umurumuzda değil. Yine de bir avuç azınlık olarak, bilerek ve isteyerek, kendi elimizle besin piramidinin son halkasını, yani güçlü yapay zekâyı yaratmanın yollarını arıyoruz. Bu bizim kaderimizin bir parçası.

Oldukça kötümser bir yazı oldu, farkındayım. Bu kadar “tapılan” bir teknolojiye eleştirel bakmak zor. Fakat inandıklarımı mantıklı bir çerçevede söylemeye çalıştım. Fakat tek bir okuyucumun bile durup düşünmesini sağlayabilirsem ne mutlu bana.